NEREDEN NEREYE?

NEREDEN NEREYE?
14 Eki 2015 17:47:21

NEREDEN NEREYE?

Bundan çok değil, 6-7 sene önce Türkiye, “dünyanın yükselen yıldızı”ydı:

Ekonomisi katlanıyordu, insanlar umutluydu; reformlardan, tabuları yıkmaktan bahsediyorduk… Hatta diğer ülkelere bizi model ülke olarak gösteriyorlardı.

Sorunlarımız yok değildi, çoktu, ama umudumuz da bir o kadar büyüktü. Eğitim sistemimizi reforme edecektik, ekonomimizi yeniden yapılandırıp daha üretken hale getirecektik vs.
Şimdi bir de geldiğimiz noktaya bakın: Ekonomi tepetaklak, ihracat 9 aydır hızlı bir düşüş içinde, dövizde rekor artış var, hayat pahalılığı geri döndü, hergün birkaç şehit haberi geliyor ve faili meçhul saldırılarda 1990’ları hatırlatan bir yükseliş var…
Gazeteciler, yazarlar, münevverler korkarak konuşabiliyor; konuşan ise kendisini savcının, polisin karşısında buluyor…
Güvenlik sorunlarımız zirve yapmışken on binlerce polis siyasi husumetleri tatmin edebilmek için kreşleri, ilkokulları vs. basıp, şirket yöneticilerini sorguluyor. 

Sağdan, soldan, muhalefet eden kim olursa başı Maliye’yle, Emniyet’le veya başka bir resmi kurumla derde giriyor…

Türkiye tarihinde ilk kez Hükümet, sandıkları koruyamayacağını söylüyor, seçim mitinglerinde bombalar patlıyor…
Rus uçakları sınırlarımızı ihlal ederken, Suriye ve Irak alev alev yanıyor. Düne kadar bölgenin ‘ağır ağbisi’ rolündeki Türkiye, Ortadoğu’da yaşanan sorunları tetiklemekle, çatışmaları büyütmekle suçlanıyor. Model ülke gitti, sorunların parçası bir ülke geldi sanki…
NEDEN?
Türkiye nasıl oldu da bu kadar ters bir noktaya savrulabildi?

  Sorunun cevabı basit aslında, ülkeyi yöneten kolektif akıl daraldı, daraldı ve en nihayetinde birkaç kişi haline geldi. Buna akıl çekilmesi veya akıl kuruması da diyebilirsiniz… İktidar partisinin oyu arttıkça kimseye ihtiyacı olmadığı düşüncesi güç kazandı ve Parti’yi oluşturan çekirdek gün geçtikçe daralıp, dışarıdan gelen eleştiri ve tavsiyelere kulaklarını tıkamaya başladı. Öyle ki Parti’nin kurucuları dahi bundan paylarına düşeni aldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç dahi “hain”likle suçlanabildi, karar mekanizmalarının dışına atılabildi.

  Bu sürecin başlangıç noktası 2007’dir. Yani AK Parti iktidarının zirvesi, aynı zamanda çöküşün tohumlarının atıldığı yerdir.

  Önce liberaller ve ılımlı sol ile atılan köprüler 2011’den sonra merkez sağ ve dini cemaatlerle de atılmaya başlandı. 2011’den sonra sağ gruplardan ve dini cemaatlerden koşulsuz sadakat istendi. Biat edenler lütuflarla ödüllendirilirken biat etmeyenler ile kavgalar başladı. Böylece AK Parti denen büyük koalisyon dağılmaya başladı ve tavandaki daralma tabanda parçalanmaya dönüştü.

  Tepe akıl daraldıkça hukuka olan bağlılık da azaldı. Eleştirenler gördükleri tepki ile karar mekanizmalarından uzaklaştılar veya uzaklaştırıldılar. Böylece geriye sadece susanlar ve alkışlayanlar kaldı…

  Ne kadar akıllı olursa olsun, hiç kimse toplumun ortak aklından daha akıllı olamaz. Kitlenin şikayetlerini, uzmanların tavsiyelerini icracıya aktaran kanallar kesilince icracı kendisini tek karar merci sanır, her eylemini kutsar ve kusurlarını başarı sayar…

  HUKUK YOKSA, HİÇBİR ŞEY YOK

  Türkiye, birçok AK Parti kurmayının da kabul ettiği üzere, son 7 yıldır yokuş aşağı iniyor...

Türkiye’nin parlayan yıldızı sönüyor.

Eğitimden, hukuka, ekonomiden çevreye kadar hemen her alanda duraklama ve gerileme göze çarpıyor.

Buna karşı Hükümet gidişatı durdurabilecek teknik önlemleri alamıyor. Çünkü sorunları çözmesi gereken Hükümet, bir anlamda Cunmhurbaşkanlığı Sarayı’nın avatarı konumunda. Saray’ın onaylamadığı hiçbir politika uygulanamıyor. Saray yanılsa da Hükümet buna karşı çıkamıyor, tersini söyleyemiyor. Herkes kendisini Cumhurbaşkanına göre ayarlıyor.

Bunu pek çok örnekde gördük. Hacda yaşanan faciadan sonra Suudi Arabistan yönetimini suçlayanlar Erdoğan’ın ters yöndeki açıklamalarıyla söylediklerini geri almak zorunda kaldılar. Bu da gösteriyor ki ülke idaresini besleyen diri kanallar bulunmuyor. Farklı fikirler yukarıda birleşip bir senteze ulaşamıyor. Tek karar merci var, o da Sayın Erdoğan ve adamları. İşte sorunun kaynağı da burada. Karar merci teke düşerse hatalar artar, hatalar bir süre sonra hukukun dışına taşar. Hukukun zayıfladığı ve nihayetinde bittiği yerde ise sadece hukuk değil herşey geriler. 


  ÜLKE SÜRÜKLENİYOR

  Tüm bu yaşananlar birilerinin kumpası mı, yoksa bir kişinin kişisel savrulması mı, tam olarak bilemiyorum. Ancak geldiğimiz noktada Türkiye ölümcül güvenlik açıklarıyla karşı karşıya. PKK terörü Türkiye’nin kimyasını bozmaya devam ediyor; Suriye ve Irak kaynaklı tehditler ve en önemlisi milyonların kontrolsüz akımı Türkiye’yi her yönden etkiliyor. Bunların üstüne kutuplaşma ve sertleşen siyasi dil birlik ve beraberliğimizi büyük zararlar veriyor.

  Kimse belki farkında değil ama ‘derin devlet’ gözlerden uzak güçlenmeye ve karanlık işlerine devam ediyor. Ulusalcı ve sol cenah kendi derdiyle ‘derin devlet’ denen hastalığı unuttu gitti; AK Parti çevreleri ise Cemaat ile kavgasında yardımcı olur umuduyla Ergenekon Davası’nın savcılığından avukatlığına döndü. Bir türlü orta yolu bulamıyoruz. Oysa ki Danıştay Cinayeti, Dink Suikasti ve benzeri siyasi cinayetler yaşanalı çok olmadı. Türkiye benzeri saldırılar ile her an karşılaşabilir. Belki de karşılaşıyor da. Belki de geçmişe geri döndük, tam da içinden geçiyoruz: Adliye’de katledilen Savcı ve 10 Ekim Cumartesi günü Ankara’da patlayan canlı bomba belki de bu serinin bir parçası.

  Türkiye 1990’lara mı dönüyor bilemiyorum... Belki de 12 Eylül gecesine dönüyordur... Belki de birileri bir yerlerde bir şeyleri olgunlaştırıyordur. Siyasilerin ve sivil toplumun uyanık olması ve ülkelerini yeni bir siyasi uçurumdan koruması gerekiyor. Bu ise herkesin reel ve ulusal tehlikelere odaklanması ile mümkün. Oysa güvenlik güçleri ve savcılıklar siyasi kavgalara taraf yapılmış durumda. Güvenlik güçlerinin mühim bir kısmı Erdoğan’ın başdüşmanı Cemaat üyelerini kovalamakla, onların kurumlarıyla uğraşmakla meşgul. Yüzlerce polisle okul basılıyor, Terörle Mücadele Polisleri kreşlerde, çocuk kaydıraklarında saatlerini harcıyor. Oysa ki elinizdeki tüm güçleri terör ve yasadışı diğer suç odaklarına çevirseniz bile bununla baş etmeniz zor. Başka bir deyişle, Türkiye gerçek tehlikelere odaklanmak yerine gazetecileri, eğitim kurumlarını cezalandırmakla meşgul.

  DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

  Son olarak, muhalefet o kadar genişledi ve o kadar sertleşti ki iktidar bunaldığını hissediyor... Özellikle 17/25 Aralık rüşvet, yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları muhalefetin mihenk noktasını oluşturuyor. AK Parti’nin bu iddiaları mahkemeye taşımak yerine yargıdan kaçırması aslında kendi aleyhine oldu. 17/25 Aralık bu haliyle Demokles’in kılıcı gibi iktidarın üzerinde sallanıp duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kuşatmayla yaşamayı kendisi tercih etti, bu nedenle bir gün dahi olsun iktidarı elinden bırakmak istemiyor. Ancak bu da başka handikaplara yol açıyor, Erdoğan’ın ve Hükümetin elini kolunu bağlıyor.

  Erdoğan, Cemaat’i yok edebilirse, Doğan Medya Grubu’nu etkisiz hale getirebilirse 17/25 Aralık’ı unutturabileceğini, muhalefeti yumuşatabileceğini düşünüyor. Bu uğurda Ergenekon ve Balyoz Davaları’nın avukatlığını dahi yapıyor; partisini Perinçek politikalarına çekebiliyor... Ancak bu konuda Erdoğan gibi düşünmüyorum. Kurguladığı planın iyi bir plan olduğu kanaatinde değilim. Yanlış yapıyor, yanlış yaptığını en çok basın-yayın organlarıyla uğraşılmasından anlayabiliyoruz. Eğer bir rejim, fikirleri gazeteci tutuklayarak, kanal kapatarak bastırmaya çalışıyorsa orada çok vahim sorunlar yaşıyor demektir. Hemen her gün bir yazar veya bir gazetecinin soruşturma geçirmesi, tutuklanması veya hapis cezası alması izlenen stratejinin sonuna gelindiğini açıkça gösteriyor. Çünkü fikirlerin karşısına şiddeti ve yasaları koyan her hareket kaybetmiştir. tarih bunun örnekleriyle dolu...

 

Öte yandan işler Erdoğan ve Hükümet için çıkmaza girse de Türkiye için tehlike daha büyük. Türkiye de hükümetin hataları nedeniyle savruluyor... Bir şeyler olgunlaşıyor...

Kısır siyasi çekişmeler rejim sorunlarına dönüyor... Her gün şehit haberleri gelirken, gazeteci ve yazarlar tutuklanırken, toplumda rahatsız edilmedik bir tek kesim bile bırakılmazken, alışılmadık kurtarıcılar durumdan vazife çıkarabilir...

Devlet gerçek fonksiyonlarına dönmez ise kendisini devlet sananlara gün doğar...

Zaman, ben değil biz deme vaktidir; Vakit partim değil, ülkem deme vaktidir.



0 Yorum

Yorum Yaz