KAN KOKAN TOPRAKLAR

OSMANLI'nın asırlarca huzur içinde idare ettiği ve her çeşit milletin, dinin bulunduğu ülkeler, bugün huzura muhtaç. Osmanlı'nın çekildiği bütün topraklarda bir asırdır kan ve gözyaşı var

KAN KOKAN TOPRAKLAR
02 Haz 2022 09:03:23

Ortadoğu, Osmanlı adaletine muhtaç  

OSMANLI'nın asırlarca huzur içinde idare ettiği ve her çeşit milletin, dinin bulunduğu ülkeler, bugün huzura muhtaç. Osmanlı'nın çekildiği bütün topraklarda bir asırdır kan ve gözyaşı var. Basra'dan Budin'e kadar olan bölgelerde asırlarca süren Osmanlı hakimiyeti günümüz dünya politikasına da tesir eden derin izler bıraktı. Orta Doğu ya da Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika'nın birbirlerine en çok yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bölge. Akdeniz'den Pakistan sınırına kadar uzanır ve Arap Yarımadası'nı kapsar. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından literatürde kullanımı yaygınlaşan 'Ortadoğu' kavramı, ilk defa Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan (ölümü 1914) tarafından kullanılmıştır. Mahan, Ortadoğu kavramını, 1902 yılında National Review'de yayınlanan 'The Persian Gulf and International Relations' başlıklı yazısında, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır. Günümüzde, Ortadoğu'da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu'nun izleri ve adaleti çıkıyor. 'Cihan devleti' kimliğiyle dünyaya 600 yıl hükmeden Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ve öncesinde büyük devlet adamları Şeyh Edebali, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi'nin verdiği öğüt ve vasiyetler, aradan 7 asır geçmesine rağmen halen geçerliliğini koruyup başarılı devlet idaresine ilişkin ip uçları veriyor. Tarihi açıdan Osmanlı'nın çöküşü problemin başlangıç noktasını oluşturdu. Osmanlı çöktükten sonra Ortadoğu coğrafyasının bütün dengeleri değişmiş; diktatörlükler, krallıklar, farklı yapılar farklı problemleri beraberinde getirmiştir. Günümezde ise 'Ortadoğu' denince akla  kan, her gün vahşet, işgaller, katliamlar, çatışmalar, tecavüzler geliyor. Osmanlı'nın o topraklardan ayrılmasının ardından Ortadoğu insanı huzuru, mutluluğu, adaleti unuttu. Sokağa çıkmaya cesaret edemiyor. Sokağa çıkmasa da ölüm ve zulüm onu her an evinde yokluyor. Bu, aslında ABD- İsrail ikilisinin hayalini kurduğu Büyük Ortadoğu Projesi'nin ürünü olan bir Ortadoğu manzarası. ABD ve İsrail, yerli taşeronları da devreye koyarak durmadan sivilleri katlediyor. Birisi "Yahu ne yapıyorsunuz" diyerek biraz doğrulacak olsa hemen oracıkta infaz ediliyor. İşgalciler tanklarla-tüfeklerle mahallelere, sokaklara, evlere dalıyor, ne var ne yok yıkıp, ezip geçiyor, silahsız siviller kurşuna diziliyor. ABD ve İsrail'in Ortadoğu'da yaptıklarını dünyada bilmeyen yok, ama sesini çıkartan da yok. Bölgedeki petrol gelirini kapma yarışı insan hayatını hiçe sayıyor. Ortadoğu'da neler olduğunu anlamak için önce o bölge üzerinde oynanan hem kanlı hem de kirli oyunların neden ve kimler tarafından oynandığını bilmemiz, iyi analiz etmemiz  gerekir. Ve bu oyunun tabii ki de galipleri yeni dünya ve barış düzenini  getirecekleri yalanını uyduran ve başka topraklar üstünde ve canlı piyonlarla sadistçe ve acımasızca kötü emellerini gerçekleştiren insan haklarının savunucusu olduğunu iddia eden güçlü devletler. Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor ki, petrol piyasası tarih boyunca emperyalist ülkeler tarafından kontrol edilmek istenmiş, küresel diktatörler bu uğurda savaş dahil her yolu denemişlerdir. İngiltere eski başbakanlarından Winston Churchill'in 1936'da Avam Kamarası'nda ifade ettiği 'Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir' sözü bile bu yalın gerçekliği ve Ortadoğu'da yaşananları açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye hariç bölge ülkeleri ise 'Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir' mantığıyla hareket edenlerin kurduğu tuzaklara düşmeyi sürdürüp kim güçlü ise onun kayığına binmeyi ve kendi neslini katledenleri alkışlamayı, halkına baskıyı yeğliyor. Ortadoğu'daki bu yöneticilerin, ya da yönettiğini zannedenlerin Şerif Hüseyin'in sonunu döne döne okumalarını tavsiye ederim. Sonuç olarak kendi senaryoları olmayan ülkeler başkalarının yazdığı senaryolarda figüran rolü oynamaya mahkûmdur. Zayıf ülkelerin ise senaryo yazması mümkün olmadığı gibi başkalarının dış politika aracı olma seviyesinden ileri gitmeleri de mümkün değildir.

Ortadoğu: Kaynayan kazan

Osmanlı... Üç kıtada 600 küsur sene hükmeden bir soy… İnsanlığın son adası…Osmanlı'nın asırlarca huzur içinde idare ettiği ve her çeşit milletin, dinin bulunduğu ülkeler, bugün huzura muhtaç. Osmanlı'nın çekilmesiyle bir anda huzursuzluk kaynağı ülkeler haline geldi. Bilhassa Balkanlar ve Ortadoğu'da kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Bu topraklarda 100 yılı aşkın zamandır kan ve gözyaşı var. Çok geniş topraklarda, çok kültürlü bir toplum yapısı ile altı asır gibi uzun bir süre dünya medeniyetine çok büyük katkısı olmuştur Osmanlı'nın. Adaleti, hoşgörüsü, vakıfları ve 'Ahi' teşkilatları ile oluşturduğu dengeli sosyal yapısının çok daha iyi anlaşılması belki de dünyanın geleceği açısından incelenmesi çok önemlidir.

Bugün, insan haklarını, özgürlükleri dillerinden hiç düşürmeyen Batı'nın gözü önünde Suriye'de, Irak'ta Filistin'de ABD ve İsrail soykırımı uygulanıyor; ancak kendilerinin duyabileceği kadar bir sesle "Yapmayın, etmeyin"den öteye yaptıkları ciddi bir şey yok. Ortadoğu'da Osmanlı hakimiyetinin sona ermesininin hemen ardından istikrasızlık başladı. Osmanlı İmparatorluğu'nun sona ermesinden bu yana birçok güç Ortadoğu'da istikrarı sağlamayı denemiş fakat başarısız olmuşlardır. Bugün Osmanlı'nın terkettiği Balkanlar'da da huzur yok. Ancak Ortadoğu emperyalist güçlerin de etkisiyle tam bir kaynayan kazan. Balkanlar'dakine benzer bir süreç, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Ortadoğu'da da yaşandı. Osmanlı'yı bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen güçler ise, bu kez İngiltere ve Fransa'ydı. Özellikle de Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının farkedilmesiyle birlikte, bu iki güç Ortadoğu'yu paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı Birinci  Dünya Savaşı ile diskalifiye ettikten sonra da, bölgeyi gerçekten paylaştılar. 

Terör devleti böyle kuruldu

20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir güç daha girdi: Siyonizm... Yani Filistin'de bir Yahudi devleti kurma hedefindeki Yahudi milliyetçiliği.Siyonistler Ortadoğu'ya  Sultan Abdülhamit zamanında girmek istemişler, ancak Abdülhamit'in sert tepkisi nedeniyle beklemek zorunda kalmışlardı.Siyonist devlet İsrail 1948 yılında  Birleşmiş Milletler örgütünün bir hilesiyle kuruldu. 1860'da Budapeşteli orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğan siyonizmin kurucusu Theodor Herzl,Viyana Üniversitesi'nde hukuk eğitimi aldı. Avukat sıfatını taşısa da mesleğinin yerine yazarlık yaptı, çeşitli oyunlar yazdı. O zamanlar siyonizm üstüne kapsamlı çalışmalar yaparak Yahudi devletinin kurulmasını tasarladı. Fransa'da ortaya çıkan Dreyfus Olayı sonrası artan Yahudi karşıtlığı hem onun yaşamına hem de  siyonizm fikrinin seyrine yön verdi. Yahudiler'in tüm dünyada ezildiği ve acı çektiği düşüncesinden hareketle 1896 yılında Türkçe 'Yahudi Devleti' anlamına gelen Der Judenstaat adlı kitabını yayınladı.

1897'de başlayan süreç

1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı'nın kurulmasını ve kurulduğu İsviçre'nin Basel kentinde teşkilatın ilk kongresinin yapılmasını sağlayan Herzl, kongrede "Ben bugün burada Yahudi devletini kurdum, ancak bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde ya da elli sene sonra bunu herkes böyle bilecektir" diyerek dikkat çekti. Ayrıca kongrede kurulması planlanan Yahudi devletinin sınırlarını da belirtti ve kongre sonunda Herzl, Dünya Siyonist Teşkilatı'nın başkanı seçildi. Teşkilatın amacına uygun olarak Yahudiler'ce kutsal sayılan Siyon Tepesi'nin bulunduğu Filistin topraklarında Yahudi devleti kurmak için İngilizler'le bağlantıya geçti, Filistin toprakları o dönem Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında olduğu için, Osmanlı ile iyi ilişkileri olmasından dolayı Alman İmparatoru II. Wilhelm ile ilişkiye geçti, ancak başarılı olamadı. 

Abdülhamit reddetti

YAHUDİLER'in Filistin'e yerleşmesi için çabalayan Herzl, 17 Mayıs 1901'de Osmanlı padişahı  Abdülhamit ile görüştü. Abdülhamit, belirli bir yerde toplu halde olmamak koşuluyla Yahudiler'in Osmanlı ülkesine gelmelerine izin verdi ancak Filistin'e yerleşim konusunu reddetti.Asıl isteği Yahudiler'in Filistin'e yerleşmesini sağlamak olan Herzl bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyeceği taahhüdünü verdi.Abdülhamit, bunu da kabul etmedi. Bunun üzerine Herzl, İngiltere ile yeniden ilişki kurarak sorunun çözüleceği fikrinden hareketle İngiliz Sömürgeler Bakanı Joseph Chamberlain ile görüştü. Bu görüşmeden de istediği sonucu alamayınca kısa bir süre sonra Londra'ya davet edildi. Bu görüşmede 'Yahudi yurdu' olarak kendisine Uganda teklif edildi. Ancak teşkilat, kongrede bunu da reddetti. Herzl, İstanbul'a "Vaadedilmiş Topraklar' Filistin ve Kudüs için bir kez daha gelir ve tekrar talebi Sultan Abdülhamit tarafından reddedilir. 

BM'nin hilesiyle kuruldu

1947 yılında Birleşmiş Milletler (BM), 'Birleşmiş Milletler Paylaşım Planı' adlı hileli bir planı duyurdu. Plan, bağımsız Arap ve Yahudi devletlerinin ve uluslararası statüde bulunan Kudüs'ün oluşumunu öngörüyordu. Hileli plan İsrail Yahudi Ajansı tarafından kabul edildi. Ardından 1948'de İsrail Yahudi Ajansı, İsrail devletinin bağımsızlığını ilan etti ve 1948 Arap-İsrail Savaşı ile beraber İsrail manda bölgelerin çoğunda kontrolü ele geçirdi. Batı Şeria ve Gazze bölgeleri Arap ülkeleri kontrolünde kaldı. Bu tarihten sonra İsrail, Arap ülkeleriyle birkaç defa daha savaşa girdi ve 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı'nın ardından İsrail Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Gazze bölgelerini işgal etti. Bu gelişmelerle beraber İsrail, Golan Tepeleri ve Doğu Kudüs'ü yasalarca kendi toprağı olarak saydı. .Batı Şeria bölgesini yasaya dahil etmedi.Şimdi ise bu toprakların hepsini ABD Başkanı Donal Trump'ın desteğiyle ilhaka hazırlanıyor. İsrail'in Filistin topraklarını işgali, dünyanın en uzun askeri işgali olarak da bilinir.

Temelsiz devletler

 Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden çıkması, emperyelist ülkeler için altın bir fırsat oldu. Osmanlı, Ortadoğu'yu 1. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu'da, bölgenin yeni hakimlerinin menfaatlerine uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden yapay devletler oluşturdu. Bağdat vilayeti, "Irak" adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden ''Suriye'' diye bir devlet çıkarıldı. Tarihsel olarak Suriye'nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi, "Lübnan" adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise, o zaman kadar sadece coğrafi bir bölge olan "Filistin" bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise "Transjordan" (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bir süre sonra sadece "Ürdün" olarak bilinecekti.  Bugün  suni olarak kurulan bu devletler; devlet olma niteliğine bile sahip değil. Kurdurulduğunda  da devletlerin hiç biri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler... Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin'de ise Araplar'ın yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Araplar'ı barındırıyordu. Ancak bu iki temel kategori de kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi. Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu'nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masa başında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere'nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Böylece ortaya tam bir mozaik çıktı. Ancak barış ve birarada yaşamaya uygun bir mozaik değil, çatışma ve savaşa uygun bir mozaik. Nitekim siyonizm, bir devlet haline gelip İsrail'e dönüştükten sonra, bu mozayiği kullanarak Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki iç savaşları körükleme imkanı elde edecekti. Ortadoğu'da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail'in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi. Osmanlı sonrasında oluşan "otorite boşluğu" hiç bir zaman doldurulamadı. Fransa ve İngiltere'nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye'deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Aleviler'i Sünniler'e karşı kayırdı ve bugün hâlâ sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye'de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı. 

Yılanın başı Şerif Hüseyin

OSMANLI'nın Arap topraklarında yaşadığı sıkıntıların en temelinde Şerif Hüseyin yatmakta. İttihatçılar'ın Abdülhamit Han'ı devirmesinden hemen sonra göz hapsinde tutulduğu İstanbul'dan Mekke'ye gönderilen Şerif Hüseyin, burada İngiliz kaynaklı bazı ayaklanma faaliyetlerinde bulunmuş ve bölgeyi kısa sürede alt üst etmişti.1. Dünya Savaşı'na giren zor durumdaki Osmanlı'yı içten çökertmek isteyen İngilizler, İngiliz Lawrance üzerinden planlar kurgulattırmış ve Hüseyin, hep istediği 'büyük Arap isyanı' hayalini Lawrance'in sağladığı finansman ile gerçekleştirmişti.Arap isyanı hayali için harekete geçen Şerif Hüseyin, yoldaşı Lawrance'dan aldığı altınlarla  bölgede ayaklanmaya teşvik hareketi başlattı. 1916'da kendini Hicaz Kralı ilan eden Hüseyin, sonrasında 'isyan' ve 'cihad' bildirisi yayınlayarak ''...Türkler dinden çıktılar. Araplar'ın Türkler'e karşı cihadı farzdır...'' diyordu.Yani Hüseyin, haçlıların İslam'a açtığı savaşta Müslümanlar'ı, Müslümanlar'a vurdurmak için harekete geçti.Yine Lawrance'in siyasi yardımları ile Hüseyin ailesi Arap coğrafyasına adeta emir-kral edildi. Oğulları  Ürdün, Filistin ve Irak'a kral tayin edilerek bölgede İngiliz kolonilerinin temelleri atıldı. 1. Dünya Savaşı'nın ardından  Osmanlı Devleti, Arap coğrafyasındaki gücünü kaybetti. Bu duruma da en büyük etken Şerif Hüseyin ve onun ailesi sebep oldu. Her ne kadar kendileri amaçlarına ulaşarak halifeliği dahi ilan ettilerse de ilerleyen zamanlar onlara beklediklerinden daha da acımasız davrandı.Tabiri caizse ilahi adalet tecelli etti.Tahtını 1924'te Suudi Arabistan'ın şimdiki hakimi olan Suud ailesine devretmek durumunda kalan Hüseyin'in hayatı sürgünde geçti. Kıbrıs'a kaçıp sonrasında Amman'a sığınan Hüseyin, burada 1931'de öldü. 

İhanetin ağır bedeli

ŞERİF Hüseyin Osmanlı'yı arkadan vurmanın bedelini çocuklarını ve torunlarını kaybederek ödedi. Hayatının son yıllarını da  pişmanlık içinde geçirdi.Kendisinden sonra tahta geçen çocuklarıyla torunlarının hiçbiri yataklarında can veremedi. Daha öncesinde Hüseyin'in yaşamı sırasında yine Lawrance ve İngilizler'in desteği ile Suriye Kralı yapılan Faysal, Irak'ta da krallık yapmış, 1933'te İsviçre'de girdiği basit bir cerrahi müdahale sırasında hayatını kaybetmişti.Yerine geçen oğlu Gazi'nin hükümdarlığı 6 yıl devam etti ve o da 1939'da bir otomobil kazasında can verdi.Gazi'nin oğlu İkinci Faysal ise, 1958'deki darbede ailesiyle beraber parça parça edildi. Sadece beş yıl tahtta kalabildi. Cesedi Bağdat sokaklarında teşhir edildi. Bir rivayete göre daha sonra köpeklere yedirildi.Şerif Hüseyin'e söz verilen hilafetten bugün bahis bile geçmiyor.Topraklara gelince, ailenin elinde sadece Ürdün var. Onu da Churchill'e borçlu oldukları söylenir. Rivayete göre Churchill şöyle demiş: "Bir pazar günü Kahire'de yemek yiyorken bir kalem darbesiyle Ürdün'ü ben yarattım." O vakitler Koloniler Bakanı olan Churchill, yemekli toplantıda Ortadoğu haritasını çiziyorken hapşırmış, elindeki kalem kayınca bugünkü Ürdün devletine ilham veren sınırlar kendiliğinden oluşmuş. Zaten Şerif ailesine daha önce verilmiş bir söz de var. Uyanık Churchill "Hicaz'ı Suudiler aldı. Suriye'yi de biz vermeyeceğiz. Hiç olmazsa şu uyduruk Ürdün onların olsun" demiş.Şerif sülalesi Osmanlı zamanında Hicaz'da ve İstanbul'daki yalılarında hiçbir emek karşılığı olmaksızın, ihtişamlı bir hayat yaşıyorlardı. Kral I. Abdullah, babası Şerif Hüseyin'le yaşadığı son günleriyle ilgili bir anıyı şöyle anlatır:"Babam çok ıstırap çekti. Bir gün saray bandosu bahçede konser veriyor. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir Marşı'nı çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattım…" Pencerenin açılmasını isteyen Şerif Hüseyin diyor ki:" Evlat, neden kapatıyorsun? İzmir Marşı'nın eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetime ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım. Pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun…"  

Menfaat ön plana çıktı

OSMANLI sonrasında Ortadoğu'da kalıcı bir düzen ve istikrar oluşturulmamasının nedeni, sömürgecilerin bunu yapabilecek bir güce sahip olmamaları değil, bunu yapmak için gerekli olan stratejik anlayışa sahip olmamalarıydı. Osmanlı, ele geçirdiği bölgelere "nizam" götürmeyi ilahi bir görev sayan bir anlayışla yönetiliyordu. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözettiler ve bu menfaatler düzensizlik gerektirdiğinde düzensizlik meydana getirdiler. Bugünün siyasi literatürüyle, Osmanlı İmparatorluğu ahlaki bir stratejik vizyona sahipti. Sömürgeciler ise katı gerçekçi bir vizyonla hareket ettiler. İngiliz ve Fransız sömürgeciliği hep bu reelpolitik mantıkla hareket etti. Ama bu mantık Ortadoğu'daki halkların nefretini kazanmalarına yol açtı. Bu nedenle İngiltere ve Fransa Ortadoğu'da çok az bir süre kalabildiler. Arap ülkelerinin başına geçirdikleri kukla liderler, II. Dünya Savaşı'nın ardından birer birer devrildi. İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu macerası da böylece sona ermiş oluyordu. Ancak yüz yıldır o bölgeden ellerini hiç çekmediler.

ABD'nin yanlış nizamı

İNGİLTERE ve Fransa'nın ardından gerek Ortadoğu'ya gerekse dünyanın başka bölgelerine egemen olan emperyal güç ise elbette ki ABD oldu. Ancak ABD de aynı reelpolitik vizyonu izledi. Bu nedenle Üçüncü Dünya'nın dört bir yanında kanlı rejimleri destekledi, faşist cuntalarla işbirliği yaptı, terörist gruplara yardım etti. Vietnam'ı bu reelpolitik vizyonla harabeye çevirdi. Irak'ı ve Suriye'yi  bu planla işgal etti. Ancak durum ortada  süper güç bölgede batağa saplanmış vaziyette. ABD'nin Ortadoğu'daki stratejisi de aynı yönde gelişti. Şimdi aynı senaryoları Suriye'de oynuyor.ABD'nin Ortadoğu'daki varlığı, Ortadoğu'ya "nizam" getirmedi. Aksine, İsrail saldırganlığını ısrarla destekleyerek bölgedeki kaosun temel nedenlerinden biri oldu. Bugün de hâlâ durum böyledir. ABD'nin zoruyla yürüyen barış süreci, Filistin tarafına getirdiği dayatmalarla, bölgede yeni sıkıntılara yol açacak bir niteliktedir.Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun varisi olarak, eski Osmanlı toprakları üzerinde bir nüfuz elde etme imkanına sahip olduğu zaman zaman dile getirilen önemli bir gerçektir. Ancak bundan daha da önemli olan, Türkiye'nin Balkanlar ve Ortadoğu'ya "nizam" getirmiş olan yegane gücün mirasçısı olmasıdır. 

Mirası sahiplenmek

ORTADOĞU'ya baktığımızda bu bölgenin de eski Osmanlı vilayetlerinden  oluştuğunu görürüz. Bu durum Türkiye için büyük bir avantajdır. Türkiye bu tarihsel mirası daha etkili bir biçimde sahiplense, Ortadoğu'daki taraflar arasında uzlaştırıcı bir rol oynayabilir, bölgede büyük bir nüfuz elde edebilir. Fransa bile, bölgeye olan uzaklığına rağmen, Suriye ve Lübnan'da geçirdiği bir kaç on yıllık sömürge döneminin hatırasına, Ortadoğu'da nüfuz elde etmeye çalışmaktadır. Suriye hayalini ise hâlâ sürdürüyor, Hem de bölgeye "nizam" değil, karmaşa getirmiş bir güç olmasına rağmen.Bu tabloya baktığımızda Türkiye'nin stratejik ufuklarının çok geniş olduğunu görürüz. Türkiye, eğer sahip olduğu Osmanlı mirasını ekonomik ve siyasi güçle desteklerse, gerçekten de 21. yüzyılda çok önemli bir bölgesel güç olabilir. Türkiye bu Osmanlı mirasına ciddi bir biçimde sahip çıkmalıdır. Bu noktada yapılması gereken önemli işlerden biri, Osmanlı'nın kurmuş olduğu "nizam"ı tarihsel delilleriyle ortaya koymak ve dünyaya anlatmaktır. Ortadoğu, dünyanın sayılı istikrarsız bölgelerinden biridir. Soğuk Savaş döneminde Arap-İsrail savaşlarından, bölge dışı güçlerin bölgeye müdahalesi ve İran Irak savaşından dolayı bölge zaten dünyanın istikrarsız bir bölgesiydi. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra yeni problemler ortaya çıktı; Irak'ın 1990'da Kuveyt'i işgali bariz bir örnektir. 

Fatih ve Yahudiler 

600 yılı aşkın Ortadoğu'yu yöneten  Türkiye'nin bu bölgedeki rolü ne olmalıdır, ya da bu rolünü tam olarak kullanabiliyor mu?Türkiye'nin bölgede pozisyonu önemlidir. Çünkü bölgedeki ülkelerin büyük çoğunluğu Osmanlı topraklarını oluşturuyordu ve kültürel, tarihi ve coğrafi bağlar var. Türkiye bölge için bir ümit olabilirdi ve hâlâ olabilir. Türkiye'nin İslam dünyasında yeri önemlidir, şahsına münhasır yeri vardır. Batılılaşma tecrübesinin yanında, Batı ile işbirliğini ve Batı'ya yakınlığı savunmakta ve temsil etmektedir. Gerçi bu güne kadar Batı'dan istediğini elde edemediği de bir gerçektir. İstanbul'un 1453'te fethinin hemen ardından Fatih Sultan Mehmet, Yahudiler'i Osmanlı topraklarına davet ederek onlara millet statüsü tanıdı. 1492'de ise İspanya'da Endülüs Emevi devletinin sona ermesinin ardından tüm Avrupa'da söz konusu olan Yahudi düşmanlığı çerçevesinde İspanya'dan kovulan Yahudiler'e Osmanlı İmparatorluğu topraklarını açtı. Osmanlı'nın Yahudiler'e kucak açtığı yıllarda diğer dünya devletleri Yahudiler'e hiç de hoşgörü ile yaklaşmamışlardı.Örneğin Yahudiler 1290'da Fransa'dan, 1392'de İngiltere'den, 1492'de İspanya'dan ve 1497'de Portekiz'den kovuldular. Bunların bir kısmı Doğu Avrupa ülkelerine göç ederken önemli bir kısmı da Osmanlı egemenliğindeki topraklara yerleştiler. Özetle Türkiye Ortadoğu bölgesiyle olan tarihi kültürel bağlarının yanında hoşgörülü yaklaşımı ve Türk modeli ile bölgeye istikrar getirilmesinde önemli roller oynayabilir.

Kudüs'te Osmanlı düzeni

BÜTÜN  Hıristiyan mezhepleri için kutsal olan, Kutsal Kabir Kilisesi, Osmanlı'nın kurduğu düzene göre kullanılıyor. Osmanlı çatının statüsünü belirlemediği için 1948-1967 arasında kilise çatısız kalmıştı

Kudüs'teki Türk mirası bin yılın üzerinde bir geçmişe sahip. Bunun dört asırlık bir kısmı şehrin Osmanlı egemenliği altında olduğu uzunca bir dönemin ürünüdür. İsrail'in  eski Başbakanı Ehud Barak, dahi  Osmanlı'nın yıllarca Kudüs'te barış ve huzuru sağladığını itiraf etmişti. Bu başarının sırrı neydi incelemeye değer: Ne Kudüs ne de yörenin kamu hafızası 500 yıllık maziden kopartılarak tanınamaz. Özellikle son yıllarda dinler ve kültürler arası çatışmaların kızışmasıyla Osmanlı yönetimi altındaki nisbi güvenlik ve huzur ortamına karşı yeni bir özlem uyanmış, Osmanlı'nın "barış formülü" bölgeyi 50 yıldır kana bulayan çatışmaya alternatif bir çözüm oluştu. Kudüs'ün bin türlü Osmanlısı... Kudüs'teki Osmanlı bu bin türlü Osmanlıdır. Müslüman'dır, Hıristiyan'dır, Yahudi'dir... Türk'tür, Çerkes'tir, Rum'dur, Rus'tur, Alman'dır, Avusturyalı'dır ama Osmanlı'dır. Kudüs tarihi müzesindeki bu sebil önü maketi Osmanlı Kudüs'ünün bu heyecan veren mozayiğini anlatmaktadır. Gerçekten Osmanlı Kudüs'ünde Yahudi ayakkabıcı, Arap köylüsü fellah, Rus Ortodoksu Hıristiyan hacı, Avrupalı zengin gezgin ile bir arada görünürdü. Bugün Kudüs'te dünyanın dört bir yanından gelme insanlarla karşılaşabilirsiniz ama Osmanlı Kudüs'ünde olduğu kadar renklilik arzetmez bu. Memlük Kudüs'ü imparatorluğun gerilemesi ile birlikte önemini kaybetmişti. Bu yüzden halk Osmanlı'yı yeni bir ümitle kabullenmişti. Osmanlı Kudüs'ü üç sancaktan oluşan bir mutasarrıflıktı: Kudüs, Nablus ve Gazze Sancakları. Bunların hepsi de Şam vilayetinin parçaları durumundaydı. 500 yıllık Osmanlılığının bazı bölümlerinde Kudüs Şam vilayetinden alınmış ve Beyrut vilayetine bağlanmıştı. Bütün bu tarih boyunca değişiklikler göstermekle birlikte mutasarrıflığın sınırları güneyde Gazze'den kuzeyde Nablus'a kadar uzanırdı. 1553 yılında şehrin nüfusu 13 bin 384 kişiydi. Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerinin her biri bin 650 kişi civarındaydı..

Kudüs'e uygulanan özel statü

Kanuni döneminde Yahudiler hâlâ Taberiyye veya Safed şehirlerinde yaşamayı Kudüs'e tercih ederlerdi. Ancak Osmanlı fetihlerinin getirdiği güvenlik ortamında artan nüfusla birlikte şehrin Yahudi nüfusu da artmıştı. Henüz bir Yahudi mahallesi yoktu. Bütün cemaatler bir arada yaşarlardı. Şehrin güneyindeki Rişa, Şaraf ve Maşlah mahallelerinde yoğun bir Yahudi nüfusu bulunurdu. Bu yıllarda Avrupa'dan Kudüs'ü ziyarete gelen Yahudi hacıları buradaki Yahudiler'in yaşadığı özgürlük karşısında şaşkına dönmüşlerdi. 1535 yılında Kudüs'e gelen İtalyan Yahudisi David de Dossi Yahudiler'in burada devlet kademelerinde bile görev alabildiklerini hayretlerle kaydeder. "Burada sürgünde değiliz. Burada adeta kendi ülkemizdeyiz. Gümrüklere ve vergilere bakan memurlar Yahudiler burada. Ve Yahudiler için özel vergiler yok..." Gerçekten Osmanlı devleti getirmiş olduğu cizye hukukunu sıkı bir şekilde uygulamamışlardı. Kudüs'te cizye ödemek durumunda olan Yahudiler bile bunu mümkün olan en alt seviyeden ödemekteydiler. Osmanlı mahkemeleri Yahudiler'i korurdu ve şahitlikleri kabul edilirdi. Cemaatlerinin otonomisi hem teşvik edilir hem de muhafaza edilirdi. Gayrimüslimlere gösterilen bu  geniş hoşgörünün ülkenin huzur ortamında etkisi olduğu muhakkak. Ancak Kudüs şehrinin huzuru Osmanlı'ya has iki uygulamaya dayandırılmıştı. Bunlardan ilki millet sistemiydi. Cemaatler millet sistemi içinde otonom bir statüye sahip olurlar, kendi dinlerinin gerektirdiği şer'i meseleler kendi mahkemelerinde, kendi hakimlerince çözümlenirdi. Kısacası herkesi bağlayan kurallar minimuma indirilmiş, devlet küçültülmüş fakat hareketli kılınmıştı. Millet sisteminin kontrolörlüğünü yapan Osmanlı mutasarrıfı ve kadısı İstanbul'dan gönderildiğinden cemaatlerden herhangi birine karşı kayırma veya hak yeme olmazdı. Millet sistemi Osmanlı tarihi uzmanlarınca yeterince incelenmiştir ve işin doğrusu aile ve miras hukukuna bakan yönüyle bugün de İsrail'de uygulanmaktadır. 

Dün ve bugün

OSMANLI'nın bugünün sınır kavgasına cevap olabilecek çözümü kendine has ikinci uygulamasıydı ve bunun da prensipler ve uygulamalar diye ayırabileceğimiz iki şubesi vardı. Bu uygulama şehrin mahallelere ayrılması ve cemaatlerin kontrol ve otorite alanlarının belirlenmesi ile alâkalıydı. Öncelikle prensipte Osmanlı toprak egemenliğinin kime ait olduğu tartışmalarına hiçbir zaman girmemişti. Her türlü egemenlik Allah'a ve dolayısıyla onun yeryüzündeki hadimi olan sultana aitti ve paylaştırılması sorunu yaşanmıyordu. Diğer taraftan şehir de sınırları olan mahallelere ayrılmamıştı. Osmanlı yönetimi cemaatlerin kapalı mahalleler ve koloniler oluşturmasına, dolayısıyla kendilerini çevreleyen diğer cemaatlerle aralarına bir kültür duvarı kurmalarına izin vermezdi. Kudüs'te Ermeni, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman mahalleleri vardı ama bunlar coğrafi ayrımları ifade etmiyorlar, aynı uzayı paylaşıyorlardı. Yani Müslüman mahallesi ile Hıristiyan mahallesi aynı mekandaydılar. Osmanlı Kudüs'ü olan Eski Şehir'deki bu durum bugün de devam etmektedir ve bu durum doğrusu şehri cografi olarak mahallelere, yani egemenlik alanlarına bölmeye çalışan yeni yönetimlerin işini zorlaştirmaktadır. Bugün coğrafi olarak Filistinliler'e verilmesi konuşulan mahallelerde Yahudi dini müesseseleri vardır ve Yahudi mahallesinde de cami ve kiliseler. Osmanlı döneminde mekanlar sahiplik hakları olarak paylaştırılıp egemenlik hakları paylaştırılmadığı için bu bir sorun teşkil etmiyordu. Osmanlı'nın önemli bir başarısı sahiplik haklarının da sık sık tartışmalara yol açtığı Hıristiyan kutsal mekanlarında dayatmayı başardığı statüko uygulamasıdır. Bunu güzel bir şekilde ifade etmesi açısından Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani kiliselerinin paylaştıkları Kutsal Kabir Kilisesi'nin hikayesini anlatmak yerinde olacak. Kutsal Kabir Kilisesi'nin kontrolü dört Hıristiyan cemaati arasında paylaşılmaktaydı. Kilisenin bir parçasını kontrol etmenin manası orada ibadet yapmak, lambalar taşımak, dekorasyonlar asmak ve hepsinden öte o bölgenin temizliğini takip etmek, dini ritüellerini yerine getirmek ve gerektiğinde renovasyonunu yapmak demekti. Herhangi bir dekorasyonun yerinden kaldırılıp yenilenmesi, bir lambanın asıldığı sütundan alınması gibi sıradan uygulamalar bile statüko kanunu çerçevesinde gerçekleşirdi. Tabii bütün mezhepler kilisenin mümkün olduğu kadar fazla kısmının bakımını üzerlerine almak istediklerinden yeni restorasyon projeleri çatışmalara, bazıları kanlı kavgalara yol açıyordu. Osmanlı Devleti 1757 yılı kadar erken bir dönemde bu çatışmaların önünü almak istemiş ve Kutsal Mekanlarda statüko ilan eden bir ferman ilan etmişti. Kilisenin önünde bulunan avlu ve avluyu yola bağlayan merdiven basamaklarını temizleme sevabı 1852 yılında Rum Ortodoksları ile Latin Katolik Kilisesinin birbirine girmesine neden olmuştu. Basamakların en altta olanı bir uçtan bakıldığında bariz bir şekilde basamak iken, diğer bir uçtan bakıldığında net bir şekilde avlunun bir parçası olarak görülüyordu. 1757 fermanında mezhepler arasında mekanlar dağıtılırken avluyu temizleme hakkı Ortodokslara, basamakları temizleme hakkı Katoliklere verilmişti. 1852 yılının günlerinden birgün temizlik sırasında mezhepler "Vay siz bizim sevaplarımızı kapıyorsunuz" diyerek birbirine girmişler ve rivayet olunduğuna göre büyüyen çatışmalarda onlarca kişi ölmüştü. İstanbul duruma el koyduğunda derhal bir ferman çıkararak bu kutsal mekanlarda yeni bir statüko ilan etmişti: "Kutsal mekanlarda ben geleceğim, milimi milimine kimin nereyi temizleyeceğini ben belirleyeceğim. Bundan sonra da bir taşı yerinden oynatan kafasını yerinden oynatmıştır. Biline…"

Terör ve kargaşa sarmalında Ortadoğu

İçinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyası, tarih boyunca kargaşanın, kaosun ve güç mücadelelerinin eksik olmadığı bir alan olmuştur. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu coğrafyadan çıkmış, bir taraftan dinsel ve mezhepsel çatışmalar, diğer taraftan devletlerin egemenlik mücadeleleri Ortadoğu'yu savaşın ve gözyaşının hâkim olduğu topraklar haline getirmiştir. Kaynağı ister dinsel ister siyasal olsun gücü eline geçirmek isteyen her türlü aktör, karşı tarafı zayıflatmak maksadıyla terör örgütlerini kullanmaktan çekinmemiştir. Nitekim tarih sayfalarını karıştırdığımızda terör örgütlerinin de ilk olarak bu coğrafyadan çıktığını görmekteyiz.

Bilinen ilk terör örgütü:Sicarii

Tarihte bilinen ilk terör örgütü, Milat'tan sonra 66-73 yılları arasında Ortadoğu'da bugünkü İsrail'in bulunduğu bölgede bağnaz din adamlarının kurduğu "Sicarii" adıyla ortaya çıkmıştır. Son derece iyi örgütlenmiş, bir dini grup olan "Sicarii" terör hareketi, birinci Yahudi-Roma savaşının başlarında halkı Romalılar'a karşı direnmeye zorlamak maksadıyla Kudüs'te yoğunlaştırdığı eylemlerde, korkuya ve şiddete neden olmuş, şehrin yiyecek ve su kaynaklarını yok etmiş, çok sayıda insanı acımasızca katletmiştir. Düşmanlarını, gündüz ve tercihen tatil günleri kalabalıkların oluştuğu bölgelerde, "Sica" adını verdikleri ve elbiselerinin altında gizledikleri küçük kılıçlarla öldüren Sicariiler, tarihin ilk terör mağdurlarının doğmalarına neden olmuştur.

İlk kitlesel terör örgütü: Haşhaşiler 

Yine tarihte bilinen ilk kitlesel terör örgütü olan Haşhaşiler de bu coğrafyadan çıkmıştır. İran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika topraklarında 1090-1273 yılları arasında etkin olan örgütün kurucusu Hasan Sabbah'tır. Tahran'ın 115 kilometre kuzey batısında Hazar Denizi kıyısına yakın bir bölgede bulunan Alamut Kalesi, örgütün merkezi olarak bilinmektedir. Örgüt, İsmaililik mezhebini temel alan Fatımi Devleti'nde dinsel bir hizipleşme sonucu ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan iki koldan biri olan Nizariliğin temsilcisi olan Haşhaşiler önce İran sonra da Suriye'ye yayılmıştır. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç, kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşiler önemli kişilere yönelik suikastlara dayanan etkili bir askerî strateji geliştirerek Ortaçağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Haşhaşiler ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasî ve dinî çevrelerini, özellikle de Abbasi Devleti ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti'ni düşman kabul etmiştir. Bununla birlikte Haşhaşilerin, Haçlı devletlerini ve Moğol İmparatorluğu'nu hedef alan bazı saldırıları da olmuştur.

Arabistanlı Lawrence sahnede

Dünya savaş tarihine bakıldığında ise tarihte bilinen ilk meydan savaşı da M.Ö. 1274 yılında bugünkü Asi nehri ve Amik ovası civarında Mısırlılar ve Hititliler arasında cereyan etmiş, bunun sonucunda yine tarihte ilk yazılı antlaşma olan Kadeş antlaşması imzalanmıştır.Osmanlı İmparatorluğu'nun güçlü olduğu dönemlerde biraz olsun huzur bulan Ortadoğu, 19'ncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere, Fransa ve Rusya'nın güç mücadelesine sahne olmuş, bu dönemden itibaren yeniden gerek mezhepsel gerekse etnik kargaşanın merkezi haline gelmiştir.İngiltere, Arabistanlı Lawrence olarak bilinen Thomas Edward Lawrence gibi ajanları vasıtasıyla dinsel ve mezhepsel ayrışmaları kaşırken, Rusya ise Erzurum ve Van Konsoloslukları üzerinden Kürtleri kışkırtarak Ortadoğu hâkimiyeti mücadelesine ağırlık vermiştir.

 ABD, PKK/PYD ve Ortadoğu jeopolitiği

ABD'nin İran'a dönük yaptırımlarını yeniden hayata geçirdiği şu günlerde, Türkiye ile bozulan ilişkilerini de "kontrollü kaos" yöntemiyle idare etmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. ABD'nin Suriye'deki varlığını DEAŞ ile mücadeleye endeksleyip bunu da terör örgütü PKK/PYD üzerine inşa etmesi, bölgesel jeopolitik denklemde bir takım anomalilere neden olurken, ortaya çıkan durumun meydana getirdiği güvenlik ikileminin öncelikli mağdurlarından biri Türkiye oldu. Öyle ki Türkiye'nin PKK kaynaklı geleneksel terör tehdidi, 2014'ten itibaren başkalaşarak, ülke güvenliğini daha gelişmiş kapasiteyle ve daha geniş cephelerde hedef aldı. PKK'nın Türkiye toprakları içindeki kırsal saldırılarına güneydoğu illerindeki kentsel terör eylemleri, Irak'ın kuzeyinden yaptığı saldırılara Suriye'nin kuzeyinden yapılan saldırılar da eklendi. Bütün bunlarla birlikte, medeniyet ve inanç temelli çatışmalara etnik çatışma boyutunun da eklendiğini göz ardı etmemek gerekir. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından imparatorlukların sona ermesi ve İkinci Dünya Savaşı'nın ardından sömürgeciliğin ortadan kalkmasıyla birlikte, Ortadoğu'da birçok ulus devlet meydana geldi. ABD ortaya çıkan devletlerin otoriteryen yönetimleriyle bugüne kadar ya sağlam ittifak ilişkileri geliştirdi ya da düşmanlaştı. İttifak ettiği ülkeleri post-modern sömürgecilik uygulamalarıyla, düşmanlaştığı ülkeleri de uluslararası sitemin dışında tutarak idare edebildi. Fakat bu ülkelerde meydana gelen sosyal dönüşümler, otoriter rejimleri değişime zorlarken ABD'yi de yeni paradigmalarla müdahale alanı oluşturmaya mecbur bıraktı.ABD'nin Suriye'deki anlaşılmaz siyasetiyle, devrimin tamamlanmasının önüne geçip, İran ve Rusya'nın Ortadoğu'da kendilerine alan açmasına müsaade etmesi, çözümü mümkün olamayan sorunlara neden oldu. Öte yandan, devlet-dışı silahlı aktörlerin çoğalmasına izin verip bunların büyümesine sebep olarak, bölgesel istikrarsızlığın da kaynağı oldu. Sonrasında ise ABD, güvenilirliğini sorgulatan bir aktör olarak neden olduğu sorunları, geleneksel müttefiklik ilişkilerini zayıflatarak, PYD/PKK üzerinden çözmek için indirgeyici bir üslup geliştirdi. 

ABD'yi pençesine alan hayalet

OSMANLI İmparatorluğu, tarihin gördüğü üç büyük imparatorluktan birisiydi. Tarih sahnesinden kalkmalarına rağmen Roma ve İngiltere imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun da, tesirleri devam ediyor. Basra'da Budin'e kadar olan bölgelerde asırlarca süren Osmanlı hakimiyeti günümüz dünya politikasına da tesiri eden derin izler bıraktı. Günümüzde, Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu'nun izleri çıkıyor. David Fromkin'in, New York Times'teki 9 Mart 2003 tarihli yazısı da bu gerçeği ifade etmekteydi: "Bir hayalet ABD'yi pençelerine almış, rahat bırakmıyor. Bu Osmanlı İmparatorluğu'nun hayaleti. Irak'ta, Sırbistan'da, Bosna'da, Kosova'da, Körfez Savaşı'nda, 11 Eylül saldırılarında bu hayalet bizimleydi. Osmanlı hayaletleri asla uzaklaşmadı." Sonuç olarak kendi senaryoları olmayan ülkeler başkalarının yazdığı senaryolarda figüran rolü oynamaya mahkumdur. Zayıf ülkelerin ise senaryo yazması mümkün olmadığı gibi başkalarının dış politika aracı olma seviyesinden ileri gitmeleri de mümkün değildir.

'Cihan devleti'ne hayat veren 7 asırlık öğütler

 "Cihan devleti" kimliğiyle dünyaya 600 yıl hükmeden Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ve öncesinde büyük devlet adamları Şeyh Edebali, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi'nin verdiği öğüt ve vasiyetler, aradan 7 asır geçmesine rağmen halen geçerliliğini koruyup başarılı devlet idaresine ilişkin ip uçları veriyor.
1206 yılında Merv'de doğan Şeyh Edebali, daha sonra Anadolu'ya göçüp 13'üncü yüzyılın son çeyreğine doğru Eskişehir yakınlarında bulunan bir köyde zaviye kurdu.Söğüt ve Domaniç yaylaları, Anadolu Selçuklu Devleti tarafından aşiretine yaylak ve kışlak olarak verilen Osman Gazi sık sık Şeyh Edebali'nin zaviyesinde misafir olarak kalır, dini ve idari konularda onun görüşlerini alırdı.

Benden çıkıp sana gelen nur budur

Rivayete göre, Osman Gazi'nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun (Rabia Bala Hatun) ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir." Gerçekten de öyle olmuştur, 6 asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. Şeyh Edebali, kızı ile Osman Gazi'yi evlendirdikten sonra "Oğul Osman,
Hak Teala sana ve soyuna hükümranlık verdi, mübarek olsun, kızım senin helalin olsun" dedi.

 İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın

1326 yılında Bilecik'te vefat eden ve buraya defnedilen Şeyh Edebali'nin, damadı Osman Gazi'ye şu öğüdü, 7 asırdır dilden dile anlatılıyor: "Ey oğul! Artık beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana. Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul! İşin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, fethedilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır. Ey oğul! Ananı, atanı say. Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördüğünü görme, bildiğini bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme. Ey oğul! Üç kişiye acı; cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma."

Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Gazi'ye öğüdü

Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen, ancak 1231'de Söğüt'e yerleştiği, 1281'de ise vefat ettiği belirtilen Ertuğrul Gazi ise Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin babasıdır. Selçuklu ordusunun Sivas yakınlarında büyük Moğol birliği ile savaşında Ertuğrul Gazi'nin Selçukluların yardımına koşması ve zaferdeki katkısı nedeniyle Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad tarafından kendisine Ankara tarafındaki Karadağlar bölgesi verildi. Ertuğrul Gazi daha sonra aşiretiyle beraber 1230'da Söğüt ve Domaniç'e yerleşti. Çevresinde bulunan beylik ve devletlerin durumlarını, siyasi şartlarını iyi değerlendirdi. Komşularıyla daima iyi geçinerek aşiretini rahat ve huzur içinde yaşattı. 1281'de ölümünden sonra küçük oğlu Osman Gazi, aşiretin başına geçti ve 6 asır hüküm sürecek Osmanlı Devleti'ni kurdu. Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Gazi'ye, kayınbabası Şeyh Edebali'ye karşı gelmemesini öğütleyen şu vasiyeti, büyüklere saygı örneği olarak halen geçerliliğini sürdürüyor:

"Bak oğul! Beni kır, Şeyh Edebali'yi kırma. O bizim boyumuzun ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, ona karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. Ona karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say." Türbesi Bilecik'in Söğüt ilçesinde bulunan Ertuğrul Gazi, asırlardır her yıl eylül ayının ikinci haftasında burada düzenlenen törenlerle anılıyor.

Osman Gazi'nin, oğlu Orhan Gazi'ye vasiyeti

Osmanlı Devleti'ni kurarak adını veren Osman Gazi, 1281'de babası Ertuğrul Gazi ölünce onun yerine beyliğin başına geçti. 1299'da Yarhisar ve Bilecik'i fethedip beylik merkezini Bilecik'e nakleden Osman Gazi, aynı yıl Osmanlı Devleti'ni kurdu. 1324'te vefat eden Osman Gazi'nin, bir devrin başladığını ilan ederek bayrağı teslim ettiği oğlu Orhan Gazi'ye vasiyetinden bir bölüm şöyle:

"Devletin servetini çoğaltmaya çalış. Sana ait olana kanaatle, ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın. Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihad için milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi ve cihana adalet ve fazileti yayman için vasıtadırlar. Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet erkanını koru. Vefatlarından sonra böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla. Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme. Hak edenlere yardım ile iltifat elini uzat, böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan kurtar. Askeri erkanı iyi koru.Alimler, fazıllar, sanatkarlar, edipler, devletin bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun. Halkını düşman istilasından ve zulme uğratılmaktan koru. Haksız yere hiçbir ferde layık olmayan muamelede bulunma. Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan."



0 Yorum

Yorum Yaz