Bu Cemaatleri Ne Yapmalı (!)

Bu Cemaatleri Ne Yapmalı (!)
Yazar: Rumeysa SARISAÇLI Tarih: 05 Eyl 2019


Uzun süredir aklımda biriktirdiğim, bazı noktaları aklıma geldikçe ajandama karaladığım, birkaç ay önce yazmayı planladığım halde elim değmediği için düzenleyemediğim bir konuyu yazdım. Cemaatlerle ilgili meşhur ‘Diyanet raporu’ ve bunun üzerinden konuşulan ‘cemaatleri ne yapmalı’ sorusu.

Her ne kadar İslamcılar adam akıllı konuşmasa da birçok kesim bu konuyu konuştu, halen de konuşuyor.

Bu konuda İslami kesimin hocalarından genel olarak (konuştuğu halde benim duymadığım, bilmediğim varsa onlar istisna) herhangi bir yorum veya açıklama gelmedi. Gruplar, cemaatler (Bu raporla ilgi Yeni Asya grubunun özellikle Risale-i nur ve kendileriyle ilgili bölüme itiraz ettikleri bir yazı gazetede yayımlandı), hocalar ne düşünüyor da konuşmuyor bilemiyorum ama belki de böyle konularda aleni konuşmaların kendilerini daha fazla ortaya çıkaracağını ve baskıyı artıracağını düşünüyor olabilirler. Oysa birileri sizin hakkınızda planlarını ifşa ediyorsa, sizin de hiç olmazsa bu planlara karşı mücadele edeceğinizi söylemeniz veya eğer raporda veya bir takım iddialarda size uymayan taraflar varsa bunlara cevap vermeniz gerekmez mi? Gerçi mücadele etmeyecekseniz de susarsınız. Belki de bu suskunluk bunun göstergesidir; o kadarını bilemiyorum.

                Öncelikle Diyanetin yayımladığı söylenen raporla başlayalım.

Bahsi Geçen Rapor Diyanetin mi?

Bu soruyu sormamın sebepleri var. Esasında Diyanetin hiçbir resmi yetkilisi bu raporu sahiplenmedi hatta reddediyor. Diyanetin bu raporu reddetmesi çok doğal, çünkü raporun eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez döneminde yazıldığından bahsediliyor, oysa Görmez’in cemaatlere bakışı bu kadar dar bir çerçeveden değil. Görmez’in daha önce ‘Nasıl bir Cemaat?’ başlığıyla yazdığım yazıda da örnek verdiğim, cemaatlerle ilgili meşhur ifadelerini hatırlayalım: ‘Bir cemaat kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır’. Sözü geçen rapor ve Görmez’in cümlelerini karşılaştırdığımızda bir çelişki durum ortaya çıkıyor. Ve akla şu soru geliyor: “Peki ama hangi Diyanet?” yani hangi anlayışın raporu; sorunun içinde şu soru: “Diyanetin içinde bir başka diyanet mi var?”

Yazıda rapordan bahsederken yine de ‘diyanet raporu’ diye bahsedeceğim.

                Rapor Ne Söylüyor?

Rapor uzunca bir girişten sonra Türkiye’deki küçük- büyük, hak- batıl bütün cemaat, tarikat ve grupları kendince (genelde kendi perspektifine göre) kategorize ediyor. Aslında diyanetin, tüm dini grupları, bu gruplara hiçbir şey sormadan ve kaç ilim adamının incelediğini, bu ilim adamlarının ilmi ve fikri görüşlerinin ne olduğunu belirtmeden hazırladığı rapor bu şekliyle başlı başına bir mesaj veriyor. ‘Kriter, kıstas, mihenk taşı benim’ mesajı. Aslında bu haliyle, raporla ilgili çokça söz edilen ‘diyanet, resmi bir din anlayışı oluşturuyor’ iddialarını kuvvetlendirmiş oluyor. Yine temel ve problemli bir mesaj daha veriyor, raporu bir bütün rapor gibi göstererek sapla saman, kuru ile yaş, hakla batıl birbirine karışsın isteniyor. Çünkü hemen tüm bahsi geçen cemaat, tarikat, grup veya münferit hoca, bir sıfatın veya problemli bir akımın altında gruplandırılıyor. O gruptan olan-olmayan birbirine karıştırılıyor. Tıpkı ‘hakla batılı birbirine karıştırıp hakkı gizleme’ gibi bir durum var. Hak olan cemaatle batıl olan cemaat aynı başlıkta toplanarak hak olan gizlenmeye veya batıl gibi gösterilmeye çalışılıyor. 

Raporda dikkat çeken bir diğer mesele ise hemen her konunun sürekli FETÖ’ye bağlanması. Bu durum hem bu rapordan hem de bu raporun kullanılacağı alanlar ve projelerden işkillenmemizi sağlayacak fazlalıkta.

Cemaatler Neden Bitirilmek İsteniyor?

Bu yazıda sorulara cevap ararken bazen eleştirilerimle beraber onların cevaplarını, bazen kendi cevaplarımı, bazen de soruların içindeki sorularla oluşan cevapları yazdım. Yukarıdaki sorunun cevabını da bu yolla bulmaya çalışacağım.

Cemaatlerle ilgili endişenin, sadece ‘paralel devlet’ endişesinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Meselenin bu kadar basit olduğunu zannetmiyorum. ‘Paralel devlet endişesi basit bir endişe mi’ diye sorabilir birileri. Hayır, basit bir endişe değil elbette. Ama bu konunun kendisiyle ilgili çok soru işareti var kafamda. Çünkü şunu biliyorum ‘hiçbir devlet belli bir gayesi olmadan bir cemaatin devletin içine bu kadar sızmasına müsaade etmez’. Burada, sadece gelip geçici roller oynayan hükümetlerin bu cemaatleri zaman zaman kullanması argümanı bana çok basit geliyor. Evet bu argüman, bilinen, konuşulan, görülen bir argümandır. Hükümetlerin fevkinde olan kurum ve kişilerin bu görülen duruma bu kadar sessiz kalmalarının ve bu kadar müsaade etmelerinin altında bir sebep arıyorum. Aklım beni bu sebebi aramaya sevk ediyor. Bir devletin içine bir (paralel) devlet sızacakta bunu o devlet 50 sene görmeyecek veya buna o devlet 50 sene göz yumacak. Bu durum aklın alacağı bir durum gibi gözükmüyor. Birileri buna ‘hata yapıldı’ gibi basit bir cevap verebilir. Başka cevaplar da verilebilir. Güçlüler cevap vermede mahir olsalar da, düşünen insanların kalplerini ve akıllarını mutmain etmede mahir olamazlar. Bir devlet 50 sene uyuyamaz. Bir devlet 50 sene hata yapamaz; yapıyorsa devlet olarak ayakta kalamaz. Bu işte başka bir iş var…

‘Neden göz yumuldu’ sorusu o kadar can alıcı bir soru ki. Bir devlet için, ‘Göz yummak’ müsamaha mıdır? Yoksa bir planın gereği bir strateji midir? Bu soruların cevabını bilmiyorum; esasında bu konuyla alakalı cevaplardan çok sorularla kafamda bir şeylerin şekillendiğini görüyorum.

Bir de meselenin şöyle enteresan bir yönü var ki, kendilerini hiçbir zaman ‘cemaat’ olarak nitelendirmeyen bir yapının yaptığı söylenen bir darbe kalkışmasından kaynaklı, cemaatleri bitirme veya denetleme adı altında kıpırdayamaz hale getirme noktasına nasıl gelindi? Bu durumu bu haliyle anlamakta zorlanıyorum.

Bir şeyler bahane edilerek Türkiye sanki farklı bir döneme girdirilmek isteniyor. 2. Devrimler dönemi gibi. ‘Tekke/ zaviye kanunu’ farklı bakış açılarıyla değerlendiriliyor. Perinçek bu kanunu hatırlatıyor ve kanuna göre ‘hepsi kapatılmalı’ diyor. İsmail Saymaz daha bir tersten ve farklı düşünüyor, revize edilmeli diyerek ‘tekke zaviye uygulanmayan bir kanundur, tıpkı şapka kanunu gibi ve tarikatlar bunun uygulanamaz olma durumundan istifade ederek çoğalmışlardır’ diyor. Ve ölümü gösteren Perinçek’e karşı adeta sıtmaya razı olunması gerektiği sonucuna vardıracak ‘direkt kapatılmasınlar, (adeta kıpırdayamaz hale getirircesine) denetlensinler’ diyor. Aslında ‘denetlenme’ konusu önemli bir konu ve aslında hali hazırda yürürlükte olan, uygulanan bir konu. 3 kadının yürüyüşünden bile haber dar olan devlet, cemaat ve tarikatlarda olan her durumdan da haberdardır ve buraları gizli- açık zaten denetlemektedir diye düşünüyorum.

Ancak, İsmail Saymaz’la ilgili yazımda da değindiğim gibi ‘özellikle sapıklığı aleni olan bir takım tarikatlara neden göz yumuldu?’ sorusundan kendimi alıkoyamıyorum. İsmail Saymaz’ın gördüklerini, bulduklarını, devlet neden görmedi. Veya Adnan Oktar örneğinde olduğu gibi ‘tüm Türkiye’nin gözü önünde yaşanan gerçekler neden görmezden gelindi? Görenler, ‘bunlar normal değil diyenler’ neden dinlenmedi; hatta onlara davalar açıldı ve Türkiye Cumhuriyetinin mahkemeleri görenleri neden suçlu buldu? Adnan Oktar Alparslan Kuytul’dan nasıl tazminat kazandı?

Sanki kronik bir problem bir kaç olayla anlaşılmış, daha önce uyunmuş gibi davranılıyor. Ve toptancı bir mantıkla, anormal sert bir yaklaşımla, daha birkaç yıl öncesinden 180 derece farklı bir bakış açısıyla, herkesi şaşkına çevirecek muameleler yapılıyor. Birilerine kızmış gibi görünüp memleket yakılıyor.

Tüm bu durumlara yine soruyla cevap bulmaya çalışalım. Neden, her şey sanki yeni farkedilmiş gibi, bir anda tüm cemaatlere adeta darbe yapmaya kalkışılması neden? Yoksa sebep, özü dine temayüllü olan bu necib milleti dine yönelişlerden bir türlü kurtaramayanların, biraz korkuyla, biraz mide bulandırarak, biraz güven sarsarak, bir 50 sene dinden, dinin konuşulduğu, dini eğitimin verildiği yerlerden uzaklaştırmak mı? Kafamda sorular dönüp duruyor.

Cemaatler Elbette Denetlenmeli Ama…

Yine de sorulardan kurtulup yazmaya devam etmek lazım. ‘Denetleme’ konusuna tekrar dönecek olursak. Konuyla ilgili çeşitli köşe yazılarında veya tartışma programlarında, uzman olan olmayan bazı insanların önerdikleri denetleme çeşitlerinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan bir kaçı, dini(ilmi) denetim, mali denetim, üyesel denetim, amaç denetimi… Dini denetimi diyanet, mali denetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü veya maliye, üye sayısı denetimi VGM tarafından yapılsın deniliyor. Amaç denetimi denilen ne idüğü belirsiz, muğlak veya her manaya çekilebilecek anlam ihtiva eden denetim çeşidini ise kimin yapacağı belli değil (belki de belli). Bu denetim çeşitlerinden mali denetim hariç hepsi tartışma götürür...

Amaçtan kastedilen nedir? Şayet devletin içine sızma amacı taşıyan, bununla ilgili gizli ajandası olduğuna dönük delillere ulaşılan bir cemaat/ tarikat varsa, devletin buna karşı reaksiyon göstermesi, bununla ilgili tedbirler alması normaldir. Ancak toplumu ıslah, gençliği suçlardan kurtarma, daha ahlaklı ve dinini bilen bir toplum oluşturma amacı da sorgulanacak ve denetlenecek mi? Bu konuda can alıcı soru budur!

Özellikle Alparslan Kuytul Hocaya hazırlanan son iddianamede de geçen, birçok hakkaniyetli insanı şaşırtan ve öfkelendiren ‘İslam Medeniyeti’ ideali sorgulanacak, denetim altına alınacak ve bu ideali istemek ve bu uğurda çalışmak suç kapsamına girdirilecek mi? Oysa bir Müslümanın ‘batı medeniyeti’ karşısında ‘islam medeniyeti’ idealini savunması, amaç edinmesi doğal bir istek değil midir? ‘Medeniyerleri inançlar kurar’ der Alparslan Kuytul Hoca. Bozuk Hristiyanlığın, hatta ateizm/deizm karışığı bir anlayışın kurduğu ve bunu tüm dünyaya empoze politikasıyla dünyayı ifsad ettiği batı medeniyeti karşısında, bozulmamış kitabıyla, çağlara meydan okuyan, uygulanmış, hikmetli özellikleriyle ‘islam medeniyeti’ ni istemek normal, hatta her Müslüman ve dahi antiemperyalist Müslüman için de olması gereken durum değil midir?    

Bu konuda yazılan yazılardan en detaylısı Sinan Baykent’in yazısı. Sayın Baykentin yazısı, tarihi süreci biraz farklı kavram ve kelimelerle anlatmış ve bu durumdan dolayı güç anlaşılan bir yazı. Yine Türkiye siyasal tarihinin en azından son 50 yılını iyi bilmeyenlerin pek de anlayamayacağı, hatta onların bile 2 defa okuyarak anlayabileceği şekilde yazılmış bir yazı. Ancak benim, meselenin bazı noktalarını anlamamda istifade ettiğim bir yazı oldu. Yazıdaki cemaatlere operasyon düşüncesinde olan güçlerle ilgili dayandırılan sebeplere çok çeşitli itirazlar yapılabilir veya bazı sebepler mantıklı bulunmayabilir ama şunu anlıyorsunuz: Sebep olsun olmasın, mantıklı bir dayanağı olsun olmasın birileri cemaatleri bitirmek istiyor… Yine yazıda itiraz ettiğim bir konuyu burada yazmadan geçmeyeceğim. Yazıda siyaset kurumunu dini gruplardan temizleme düşüncesi anlatılırken, imzalanması gereken bir deklarasyondan bahsediliyor ve bahsi geçen deklarasyonda bir cümle dikkat çekiyor: ‘Hiçbir tarikat ve cemaat mensubuna devlet memuriyeti verilmeyecek’. Bu nasıl olacak? Devlete sızma amacı olmadığı bilinen, legal bir cemaatin mensubu devlet memuru olamayacak mı? Memur olmak veya başarılı olanların yönetici olması ‘devlete sızmak’ olarak mı kabul edilecek? Bu cemaatlerin mensupları devlette en düşük seviye olan memur da mı olamayacak? Böyle bir durum da insanlar cemaatlere yaklaşır mı? Yoksa zaten yapılmak istenen bu mu? Zaten FETÖ davalarında da bunu görmedik mi? Öğretmenler, öğrenciler, adeta onların yanından geçen, daha önce devletin legal gördüğü pozisyonlardaki insanlar içeri alındı. Hatta onların akrabaları memuriyet mülakatlarından geçemedi. Bu toptancı ve halkı cemaatlerden uzaklaştırıcı mantık, bu kurallarla yerleştirilecek mi?    

Yazıda denetim konusundan da detaylı olarak bahsediyor…

Yine ‘insanlar özgür bırakılmalı’ deniliyor. Ancak ‘İslam medeniyeti idealinin’ bile suç görüldüğü, meşru bir cemaat mensubunun memur bile olamadığı bir ülkede hangi özgürlükten bahsedilebilir ki.

Sayın Baykent Alparslan Kuytul Hoca ile ilgili de bir paragraf açmış. ‘devlet aygıtına dair hesaplar gütmeyen cemaatler de var’ diyerek yazdığı bölümde, Alparslan Hocayı ve hareketi örnek vermiş. Bu harekete açılan dava sürecinde, herhangi bir şiddet, devlete sızma, casusluk vs. gibi eylemlerinin olmadığı anlaşılmıştır diyerek, hakkaniyetli bir yaklaşım ortaya koymuştur.

Sonuç

Cemaatler veya tarikatlar asli vazifelerinin toplumu düzeltmek, hayırlı bir nesil yetiştirmek olduğunu unutmamalıdırlar. Devletin içine sızmak gibi gizli bir ajandaları hiçbir zaman olmamalıdır. Medeniyetimizin mimarı Efendimiz (sav) asla böyle bir metodla hareket etmemiştir. Bu tür gayrı İslami metodlar asli gayeden uzaklaştırdığı gibi, bir takım dış güçlerin de cemaate yön vermesi gibi fecaat bir durumu sağlar. Hiçbir cemaat herhangi bir dış gücün tesirinde de kalmamalı, böyle güçlerden medet de ummamalıdır.

Cemaat veya tarikatlar hiçbir zaman holdingleşmemelidir. Bu durum, cemaatleri asıl gayesinden uzaklaştırdığı gibi, halkın İslam’a bakışını da zedeleyecektir.  

Devlet, gerek cemaat/ tarikatlar konusunda, gerekse de bunların içindeki insanlar konusunda toptancı mantığı bırakmalıdır. Bu mantık güveni sarstığı gibi, ülkedeki huzur ortamını da alaşağı etmektedir. Güvenin ve huzurun olmadığı bir ülkenin geleceği yoktur. Zira her vatandaş böyle bir ülkeden uzaklaşıp kurtulmanın yoluna bakacaktır.

Ülkede özgürlükler artırılmalıdır. Biz İslami kesimin insanları olarak, bu ülkede her fikrin konuşulması, tartışılması taraftarıyız. Hiçbir konuda iyiye, doğruya, hayra, karşılıklı konuşmalar/tartışmalar yapılmadan ulaşılamaz. İslamcı da fikrini söylesin, solcu da, Kemalist de. Fikrin bile beyan edilemediği, herkesin susturulduğu bir ülkede renk kalmaz, tek tip insan oluşur. Bu durum o ülkenin donması, durması ve tükenmesi demektir.

Din, bir toplumun birleştirici en önemli unsurudur. Güçlü devlet- güçlü toplum böyle birleştirici unsurlarla teşekkül eder. Devlet dini değil dinsizliği tehlike olarak görmelidir.


Paylaş:  
Rumeysa SARISAÇLI
Rumeysa SARISAÇLI
21 Aralık 1973 yılında Adana’nın Kozan ilçesinde doğdu İlk ve orta öğrenimini Kozan’da tamamladıLise tahsilini Adanada gördü Yatılı olarak Laboratuvar bölümünü bitirdi Ardından Laboratuvar Yüksek Okulu ve Sosyoloji Fakültesini okudu Laborant olarak memuriyet hayatına başlayan Hocahanım’ın 28 Şubat süreciyle birlikte sürgünler ve soruşturmalar neticesinde devlet memurluğu görevine son verildi O ...
Yazar Sayfasına Git