İslam’da Davet ve İnsan Kazanma

Yazar: Alparslan Kuytul Hocaefendi Tarih: 05 Mar 2017

Hamd, gönderdiği davet önderleri elçiler ile insanlığa hidâyetin yolunu gösteren Allah’a; Salât-u Selam, davet yolunda verdiği mücadele ve gösterdiği sebat ile bizlere örnek olan Rasulullah’a; Selam, medeniyetimizi yeniden canlandırmak için davet yolunda fedakârlıkta bulunan tüm kardeşlerimin üzerine olsun.

Kur’an-ı Kerim “وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ” ‘Yemin olsun ki insanoğlunu şerefli, onurlu kıldık.’1 buyururken başka bir ayette de “لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ” ‘Yemin olsun insanı en güzel surette yarattık.’2 buyurmaktadır. İnsan yeryüzünde imtihanda olan, Allah katında kıymetli bir varlıktır. Allah Azze ve Celle insana kıymet verdiği için ona davetçiler gönderdi. Meleklerin bile secde ettirildiği bu varlığın, yanlış yolda gitmemesi, istikametten çıkmaması, insanlara, nefsine ve şeytana kulluk yapmaması, şerefini beş para etmemesi için bir nur olan aklı verdiği gibi on binlerce yıldır, yüz binden fazla peygamber göndererek bu davetçiler ile insanları hakka davet etti.

Allah Azze ve Celle kitabında davet üzerinde sık sık durmaktadır. Davet Türkçe’ye; ‘çağrı’ diye tercüme edilebilir. Kur’an bazen ‘davet’ kelimesini kullanır, ‘ud’u, davet et’ der; bazen ‘enzir, uyar’ der; bazen ‘zekkir, öğüt ver, hatırlat’ der; bazen ‘belliğ, tebliğ yap, insanlara bu davayı ulaştır’ der. Allah Azze ve Celle daveti çeşitli kavramlarla ifade eder, böylece davetin çeşitli yönlerine dikkatimizi çeker. Demek ki bazen davet edeceğiz, bazen inzar edeceğiz yani uyarıp ikaz edeceğiz, bazen tebliğ yapacağız, bazen de hatırlatacağız. Yani Allah Azze ve Celle insana ve durumuna göre kavramlar kullanmaktadır. Demek ki bazen birini yapacağız, bazen diğerini.

İslam’ı anlatmakla kalmayacağız, yanlışa da yanlış diyeceğiz, yanlış hayata devam edenleri de ‘yanlış yapıyorsunuz’ diye uyaracağız. Hakkı savunmakla ve hakka davet etmekle yetinmeyecek aynı zamanda batıla da ‘batıl’ diyeceğiz. İşte bunun için Allah Azze ve Celle

“فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ” ‘Emrolunduğun şeyi gürleyerek, çekinmeden söyle’3 buyurur. Başka bir ayette: “Ey peygamber, sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah’ın sana vermiş olduğu vazifeyi yerine getirmemiş olursun, Allah seni insanlardan koruyacaktır”4 buyurur. Sen yoluna devam edecek, görevini yapacaksın, Rabbin de sana karşı görevini yerine getirecek, bu dünyada sana kaç yıl vazife verdiyse o kadar sana mühlet tanıyacak, sana bir şey yapmalarına müsaade etmeyecek. Bir gün vazifen bittiği zaman seni kendi katına alacak, şehit olarak ya da olmayarak ama senden razı olmuş olarak. Çeşitli tuzaklarla karşılaşacaksın ama Rabbinin seninle birlikte olduğundan her zaman emin olacaksın.

Önünüzde deniz, arkanızda deniz gibi Firavun ordusu olsa yine de eyvah demeyeceksiniz. Denizle karşılaştığında ‘eyvah yakalandık’ diyenlerden olmayacaksınız, Musa gibi 
‘كَلَّا إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ’ diyeceksiniz. Hayır, eyvah demenizi reddediyorum, diyeceksiniz. Çünkü eyvah dediğin zaman Allah’ı hesaba katmamış, unutmuş oluyorsunuz. Eyvah demeyeceksiniz, Allah diyeceksiniz. “Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir, bir çıkış yolu nasip edecektir”5 diyeceksiniz.

Hz. İbrahim der ki: “Hem siz, O’nun haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım?”6 Allah Azze ve Celle İslam davetçilerine, önderleri ve örnekleri olan Peygamberlerin söylemleriyle nasıl konuşmaları ve nasıl davranmaları gerektiğini öğretmektedir.

Allah Azze Ve Celle Neden Daima Davetçiler Gönderir?

Çünkü insanın davetçilere ihtiyacı vardır. Her alanda seçilmiş insanlara ihtiyacımız var. Matematikte, fizikte, kimyada, tıpta hatta müzikte, sporda bütün alanlarda kabiliyetli olarak yaratılmış, seçilmiş insanlara… Her alanda ‘mustafalar’ (seçilmişler) var. Elbette ki hidâyet alanında da seçilmişler lazımdır. O yüzden Allah Azze ve Celle bütün mekânlarda Peygamberlerini ve İslam davetçilerini yarattı, bu şekilde onlar ile davasını bütün memleketlere iletti.

Kur’an buyuruyor: ‘Biz bir memlekete bir İslam davetçisi, bir peygamber göndermedikçe, o memleketi helak etmiş değiliz.’7 Bu âyet insanın kendi başına doğru yolu bulamayacağını ifade etmektedir. Demek ki insan tek başına, davetçiler olmadan, vahiy olmadan kendisi doğru yolu bulamayacaktır. Eğer akıl yeterli olsaydı o takdirde davetçilere ihtiyaç olmayacaktı ve o zaman davetçi gönderilmeden de insanların helak edilmeleri caiz olacaktı. Hâlbuki Kur’an peygamber gönderilmeden helakin olmadığını ifade etmektedir. Çünkü insanlar nefislerine karşı koyamaz, şeytana karşı koyamaz, insanın insanlara karşı koyması ise bunlardan daha da zor olabilir. İşte ondan dolayıdır ki peygamberlere ihtiyaç var.

Önümüzde milyonlarca yol var ama acaba hangisi doğru? Doğru yolu tespit etmek zor, doğru yolu tespit ettiğimiz zaman da o istikamet üzere istikrarlı olarak devam edebilmek, o yolda sonuna kadar ilerlemek çok zordur. İşte onun için Allah Azze ve Celle peygamberler gönderdi. Bizi aşağı doğru çeken yer çekimleri, şeytanın üzerimizdeki tesiri, nefsimizin üzerimizdeki hâkimiyeti, insanların üzerimizdeki etkileri peygamber gönderilmesini gerekli kıldı. Kıyamet gününde; ‘Ya Rabbi nefsimize uyduk, ya Rabbi doğru yolu bulamadık, ya Rabbi aklımız bize yeterli gelmedi, ya Rabbi şeytan vardı, ya Rabbi insanlar vardı, bütün bunlara karşı koyamadık’ gibi sözler söyleyip de insanların haklı bir mazeretleri olmasın diye Allah Azze ve Celle sürekli olarak peygamberler gönderdi. Bu yer çekimleri bizi aşağı doğru çekiyor, peygamberler ise bizi yukarılara doğru çıkarmak için uğraşıyorlar. Bu yer çekimlerinden kurtulmak kolay değil, kutsal bir mesaj lazım! İşte o kutsal mesajı peygamberler getirdiler.

“فَذَكِّرْ إِن نَّفَعَتِ الذِّكْرَى” ‘Öğüt ver, eğer öğüt fayda verecekse.’8 Bu âyetin manası üzerinde ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler: Allah Azze ve Celle ‘öğüt fayda verecekse öğüt ver’ buyuruyor o halde öğüt fayda vermeyecekse, fayda vermeyeceği belliyse o zaman anlatmak ve davette bulunmak zorunda değiliz. Allah-u Teâlâ: “وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ”ç9 ve
“وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ”ç10 ‘O müşriklerden, o cahillerden, hakikatin peşinde olmayanlardan, sadece nefsi arzularını tatmin etmeyi düşünenlerden yüz çevir’ buyuruyor o halde herkese anlatmak zorunda değiliz, demişlerdir.

İkinci görüşe göre ise; Allah Azze ve Celle ‘öğüt ver, öğüt fayda verecekse’ buyururken aslında ‘öğüt muhakkak ki fayda verir, sen öğüt vermeye devam et’ demek istemektedir. Ayetin sonunda “او لم تنفع” şeklinde bir ifade mahzuftur ama mukadderdir. Allah onu söylemeye gerek görmemiştir. Yani ‘Ey Rasulüm öğüt fayda verecekse öğüt ver, fayda vermeyecekse de.’ Ayet-i kerime aslında bunu ifade etmek istemektedir. ‘Öğüt fayda vermeyecek olsa bile’ yine de öğüt vermeye devam et, çünkü kötülükleri azaltamazsanız bile çoğalmasına engel olmuş olursunuz. Peygamberler öğüt almayacağı belli olan Ebu Cehil gibilere, Ebu Leheb gibilere bile anlattıklarına göre demek ki bu bizim bir vazifemizdir. Bir kimsenin kâfir olarak öleceğini bilemeyiz ama bilmiş olsaydık bile yine de ona anlatmak zorundaydık, çünkü vazifemizdir.

Allah, İsrailoğullarına cumartesi günü balık avlamayı yasaklamıştı. Bir kısmı yasağı çiğnemiş hile ile balık avlıyorlardı, bir kısmı onlara engel olmaya çalışıyordu, bir kısmı da ‘bırakın bunları, bunlarla konuşmanıza gerek yok, çünkü bunlar laf anlamazlar’ diyorlardı. ‘Bunlara zaten Allah azap edecektir, anlatmanızın faydası olmayacaktır. Çünkü bunlar hakikatin peşinde olmayan insanlardır.’ Böyle dediklerinde onlarla mücadele eden Müslümanlar ne demişlerdi; “مَعْذِرَةً إِلَى رَبِّكُمْ”ç11 ‘Hiç olmazsa Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun, kıyamet gününde ya Rabbi biz görevimizi yaptık diyebilelim.’ Onlar meseleye bu şekilde bakıyorlardı ve görevlerini yerine getiriyorlardı. Allah Rasulü’nün mücadelesi bundan dolayıydı. Anlamayacağı belli olanlara bile anlatıyordu ve bazıları: ‘Senin bizden ümidini kesmenin vakti gelmedi mi, biz sana iman etmeyeceğiz hâlâ anlamıyor musun?’ diyorlardı. İman etmez zannedilenlerin içerisinden Hazreti Ömer gibiler de vardı. Bir kadın kocasına: ‘Duydun mu Ömer iman etmiş?’ diyorlar dediğinde, kocası dedi ki: ‘İmkânı yok, Ömer’in eşeği Müslüman olur da kendisi yine Müslüman olmaz.’ Demek ki o kabul etmeyecek bir insan olarak tanınıyordu fakat kabul etmedi mi? O halde davetçiler görevini yerine getirmelidirler.

Her Şeyin Bir Vakti Saati Var, O Zamanı Beklemek Gerekir

Civciv yirmi bir günde yumurtasından çıkar. Eğer on günde çıksın isterseniz, zorlarsanız, o zaman onu tümden kaybedersiniz. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e nasihatlerinde dediği gibi; ‘Oğul sabretmesini bil, çünkü çiçek vaktinden evvel açmaz.’ Bugün anlamayanı hiçbir zaman anlamayacaktır zannetmeyin, belki de yarın anlayacaktır. Bugün anlamayan, taştır, anlamak istemeyen birisidir, demeyin. Birisine iki kelime bir şey anlattığınız zaman anlamadıysa hemen

“إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ”
‘O kâfirleri ister uyar ister uyarma fark etmez, onlar iman etmezler’12 ayetini mi söyleyeceksiniz?
“خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ”ç13 “Allah onların kalplerine ve kulaklarına mühür bastı, gözlerinde perde vardır.” Ayetinde bahsedilen kimselerden olduğunu mu iddia edeceksiniz?
“صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ”ç14 ‘Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, hakikate dönmezler’ ayetini mi hatırlayacaksınız? Birinin ayağına iki defa gittiniz, anlattınız ama anlamadı ise o halde bu adam taştır, anlamayacaktır deyip bu ayetleri mi söyleyeceksiniz? Yıllarca anlamayanlar, Hz. Peygamber’e karşı savaşanlar, Uhud’da Hazreti Peygamber’in amcasını şehit eden Vahşi gibiler sonunda iman etmediler mi? Allah katında insan kıymetlidir o yüzden hemen insanların kalemini kırmayın, bekleyin, mühlet verin. Allah Azze ve Celle mühlet veriyor da siz mi vermiyorsunuz? Belki bugün anlamayacak ama yarın anlayacaktır. İslam davetçilerinde hep bu anlayış olmalıdır.

Vahşi’nin hadisesini hatırlayın. Peygamberimiz dünyada en çok sevdiği insanı, yıllarca beraber mücadele ettiği, kendisini yıllarca müşriklere karşı savunan amcasını, Hamza’yı şehit eden Vahşi’ye adam göndermiş ve “İman et, kurtul” buyurmuştu. Allah Rasulü bütün yaptıklarına rağmen ona karşı kin ve nefret beslemiyordu. Kâinatın sahibi olan Allah Azze ve Celle, ömür boyu günahlar içerisinde yaşamış bir putperestin, peygamberin amcasını öldüren birisinin bile iman etmesi için üç ayet gönderdi. Sonuncusunda 
‘إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا’ ‘Allah bütün günahları bağışlar’ ayeti geldiği zaman, Vahşi “tamam” dedi ve ‘La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’ deyip iman etti. Allah Azze ve Celle Vahşi için üç defa ayet gönderiyor da, biz acaba bugüne kadar bir adamın ayağına üç defa gittik mi?

Allah Azze ve Celle bize:
‘وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ’ç16
“İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” buyuruyor. Ayete göre bütün Müslümanlar mı yoksa Müslümanların içerisinden bir grup mu bu vazife ile vazifelidir?

Ayette geçen ‘min’ harf-i cerrinin ne için olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. ‘Minkum’, “sizden” derken acaba teb’id için mi, yoksa tebyin için midir? Yani Müslümanların tamamı mı yoksa içlerinden bir kısmı mı sorumludur? Eğer min harf-i cerri tebyin içinse; hayra davet eden bir ümmet olun; yani ‘hepiniz bu vazife ile vazifelisiniz’ demek olur. Eğer min harf-i cerri teb’id içinse; o zaman hepiniz değil ‘Müslümanların içerisinden bir topluluk sorumludur’ demek olur. O yüzden bu hususta ulema arasında ihtilaf edilmiştir. Müslümanlardan sadece bir topluluk sorumludur diyenler “Bu vazife farz-ı kifâyedir, farz-ı ayn değildir, çünkü herkesin bu vazifeyi yerine getirebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ın herkese bu vazifeyi vermesi düşünülemez. O halde Müslümanlar bu vazifeyi yerine getirecek profesyonel İslam davetçileri yetiştirmek zorundadırlar” dediler.

İkinci görüşte olanlar ise ‘Hayır, herkes bu vazifeyi yerine getirebilir ve yerine getirmekle mükelleftir. Çünkü Yusuf Suresi’ndeki ayette Allah Azze ve Celle buyuruyor ki: “De ki; Ey Rasulüm ben ve bana tabi olanlar bir basiret üzere, bilinçli bir şekilde, neye davet ettiğimizi bilir bir vaziyette sizleri davet ediyoruz.”17 Ben ve bana tabi olanlar dediği için anlıyoruz ki kastedilen bütün Müslümanlardır. O halde Peygambere tabi olanlar yani tüm Müslümanlar bu vazife ile vazifelidirler.

Üçüncü bir görüş daha var ki bunlar da şöyle diyor: ‘Davet bazı şartlarla farz-ı kifâyedir, bazı şartlarla ise farz-ı ayndır’. Yani bazı durumlarda bir kısım Müslümanların yapması ile diğerlerinden bu sorumluluk kalkar. Ancak bazı şartlarla ve bazı durumlarda ise farz-ı ayn olur, herkesin bu görevi yerine getirmesi gerekir. Yeterince İslam davetçisi yoksa bütün Müslümanlar günahkâr sayılır ve herkese farz-ı ayn olur. Mesela cenaze namazı farz-ı kifâyedir. Bir Müslümanın cenaze namazını birisi kılsa diğerlerinden bu görev düşer. Ama hiç kimse onun cenaze namazını kılmazsa bütün Müslümanlar günahkâr olur. Bir memlekette herkesin doktor, mühendis, matematikçi, fizikçi, kimyacı olması gerekmez, bu alanlarda yeterli sayıda ehil kimse varsa diğerlerinden bu görev düşer. Ama yeterince yoksa onları yetiştirmeyen Müslümanların hepsi günahkâr olur. Aynı şekilde davet görevi, yeterince İslam davetçisi varken Müslümanlara farz-ı kifâye olabilir. Sadece ehil olanlar davet görevi yaparlar. Ama eğer onların sayısı yeterli gelmiyorsa o zaman herkes davetle görevlidir. Çünkü o farizanın yerine getirilmesi gereklidir. Yani her Müslüman daveti ya bizzat ya da dolaylı olarak yerine getirecektir. Ya bizzat İslam davetçisi olacak ya da İslam davetçilerinin yetiştirilmesi için üzerine düşenleri yapacaktır. 
O halde, ‘Davet bazı şartlarla farz-ı kifâye, bazı şartlarla farz-ı ayndır’ diyenlerin görüşünü kabul etmemiz daha doğrudur. Eğer yeterince İslam davetçisi varsa o zaman herkes bu görev ile görevli değildir ama yoksa -ki şu anda yoktur- bütün Müslümanlar bu vazife ile vazifelidir. Peygamberimiz ‘Hepiniz çobansınız ve hepiniz de güttüklerinizden sorumlusunuz’ buyuruyor. Demek ki Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu vazifeyi her Müslümana vermiştir. Her Müslüman kendi ailesinden ve çevresinden mes’uldür, güttüklerinden sorumlu olan bir çobandır. Bugün davet farz-ı ayn olduğuna göre her Müslüman ya davetçi olarak bu görevi yerine getirecek ya da davetçileri yetiştirecek eğitim müesseselerinin kurulmasına yardım edecek, çocuklarını gönderecek, oraların masrafını karşılayacaktır. Hocalar ders verecek, esnaflar da bu müesseselerin kurulmasını sağlayacak ve İslam davetçilerinin maddi durumları kötüyse o davetçilerin ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Böylece hep birlikte davetçiler ordusu yetiştireceklerdir. Bu şekilde herkes bu farzı yerine getirmiş olacaktır. İşte davetin bu kısmı, âlime de cahile de, zengine de fakire de, kadına da erkeğe de farz-ı ayn olmuş olmaktadır. Bir Müslüman bilmiyor ya da davet görevini yerine getiremiyor olsa bile davetçilerin yetiştirilmesi için gayret göstermez ve o müesseseleri desteklemezse bunun hesabını Allah’a verecektir.

Allah Azze ve Celle ‘İlgilenme Senesi’ ilan ettiğimiz şu senede hepimize çevremizdeki insanlarla ilgilenmeyi, her birimize davetçilerden olmayı nasip eylesin. Allah, davetçiler yetiştiren insanları destekleyenlerden olmayı, o topluluğun içerisinde yer almayı nasip eylesin. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.

Kaynak


1- İsra, 70
2- Tin, 4
3- Hicr, 94
4- Maide, 67
5- Şuara, 62
6- En’am, 81
7- Kasas, 59
8- Ala, 9
9- Hicr, 94
10- Araf, 199
11- Araf 164
12- Bakara, 6
13- Bakara, 7
14- Bakara, 18
15- Zümer, 53
16- Ali İmran, 104
17- Yusuf, 108

Paylaş:  
Alparslan Kuytul Hocaefendi
Alparslan Kuytul Hocaefendi
Alparslan Kuytul Hocaefendi 1965 yılında Adana’da dünyaya geldi Ailesi ve çevresinden aldığı dini eğitim ve terbiye ile İslam’ı seven bir çocuk olarak yetişti Henüz ortaokul tahsili esnasında dinini öğrenme ve anlatma gayreti içerisindeydi Lise yıllarına geldiğinde milletinin içerisinde bulunduğu durumu onu daha çok çalışmaya ve İslam’ı tebliğ etmeye yöneltti Yaptığı ...
Yazar Sayfasına Git